Mahşerin Dördüncü Atlısı – Taylan Özgür Tan

tarafından tdh
0 Yorum Yap

Salgın hastalıklar tarihi neredeyse toplumlar tarihinin aynasıdır. Elbette bir tarihçi salgın hastalık olmasını beklememiştir tarihi not etmek için ancak toplumu sınıflar arasındaki ilişki, eşitsizlik, dönemine göre “bağnazlık” ve bunun gibi birçok konuda anlamak açısından salgın hastalıklar dönemi oldukça doyurucu bilgiye sahip olmamızı sağlar. Ekonomi, çevre, insanlık tarihi ile ilgili konularda yazılarıyla tanınan Andrew Nikiforuk’un bu kitabı benzer konularda kitap yazan yazarlardan farklı olarak konuyu yalnızca tıbbi bir bilgi aktarımından öte toplumun değişimi, sınıflar arasındaki eşitsizliği temel alarak aktarıyor bize.

Kitapta Fransız kasabası Arras’ta belediyede çalışan bir şair Jean Bodel ile cüzam (lepra) tarihine tanık oluyoruz. Sokaklarda dışkı, çöp, havyan ölüsü temizlerken hastalıklarla baş başa kalan ve cüzama yakalandıktan sonra çalıştığı belediyesi tarafından “yalnız” bırakılan bir işçi Bodel. Öyle ki cüzam evinde oda tutamayacak kadar yoksuldu ve Arras’ın dışında bir alan çadır kurarak yaşamaya çalıştı. Yaşadığı çaresizliği ifade ediyor Bodel: “Benim hüznüm, bütün kederlerden büyük. Tanrım bütün iyilikleri veren sen, beni değneğinle döven sen.”

Cüzamın Avrupa’ya bıraktığı en etkin miras hastanelerdir. Bağışlarla kalkınan bu hastaneler cüzamın insan davranışı üzerindeki etkisinin önemli bir kanıtıdır. Nikiforuk tedavi edilemeyecek bir hastalığı ya da sakatlığı olanların toplum dışına itilmesinin avcı-toplayıcı toplumlarda başladığını ve bugün dahi uzun vadeli hastalıkların bize cüzamı hatırlattığını söyler. Bu ifade bize tarihi-bilimsel bir destek olmasa da popüler bir örnek olarak AROG filmini aklımıza getiriyor, binek hayvanı üzerindeyken yere düşüp kolu sakatlanan bir yerli, düştüğü yerde üzerine taş koyularak kaderine terk edilirken kahramanımız Arif tarafından “tedavi” edilerek kurtarılıyor.

Cüzam birçok hastalık gibi farklı tanımlarla anılmıştır. Anglo-Saksonlar “seo mycle adl” yani “büyük hastalık” olarak anar cüzamı. Din temelli bakış açısı her çağda hastalıkları Tanrı’nın insanlara günahkâr yaşamlarının bir cezası olarak değerlendirmiştir. Katolik Kilisesi bütün cüzamlıların günahkâr olduğunu ve onlardan uzak durmanın Tanrı’nın gazabının açık bir simgesinden kaçınmak demek anlamına geleceğini söyler. Bunun yanında hastalığa yakalananlara en büyük teselli yine din tarafından verilmiştir: “Öbür dünyada selamet”. Talihsiz bir dilenci olan Lazarus’un hikayesi bu “selamet”i anlamamızı sağlar. Hikâye şöyledir: Lazarus bir zenginin masasından düşen kırıntılarla beslenir, Lazarus öldüğünde cennete gider ancak zengin cehennemde bulur kendini ve bir açıklama ister. Tanrı cevap verir: “Sen hayatın boyunca iyi şeylere sahip oldun; Lazarus bunun tersine kötü şeylere sahipti ama şimdi o rahat edecek ve sen acı çekeceksin.” Yoksul cüzamlılar “damı akan, tavanı yamuk ve zemini toprak” yerlerde yaşardı, öyle ki dışarda havanın nasıl olduğunu anlamak için dışarı çıkmaya gerek yoktu.

Cüzam korkusu ve yarattığı kaos vurgunculara da alan açmıştı. Uzun Philip cüzamlıların kuyuları zehirlediği yalanını yayarak cüzamlıları yakılmasına sebep oldu ve boşalan evlerdeki paraya el koydu. Cüzam bugün toplum hayatına önemli bir iz bırakmıştır; yalnız bırakılan, kaçınılan şeylere “cüzamlı muamelesi yapmak” deriz. Bunun tarihi geçmişini derinlemesine öğreniyoruz bu kitapta.

Nikiforuk “güneş batmayan ülke” İngiltere’nin sömürgeciliğini de es geçmemiş, İrlanda’nın yaşadığı acı yılları “küflü bir masal” halinde bize anlatıyor. İrlanda tarihi dediğimizde aklımıza üç kelime geliyor: Patates, mantar ve sömürgecilik. Yeni Dünya’dan Avrupa’ya geldikten sonra 16. yüzyılda İrlanda sofrasına egemen oldu patates. Hatta bu patates-İrlanda özdeşliği öyle bir hale geldi ki Amerikalılar “İrlanda Patatesi” demeye başladılar. 1845-1848 yılları arasında ortaya çıkan kıtlık İrlanda için çok dramatik bir dönemdir. Sebebi ise phytophthora infestans denen mantar. Dram demek gerekir çünkü bugün İrlanda nüfusu, 1845 yılı nüfusunun yaklaşık yarısı kadardır. Patates ile aslında tadının güzelliği veya başka bir güzelliği sebebiyle özdeşleşmedi İrlanda, esas olarak İngiltere’nin baskıcı hatta yok edici İrlanda politikası buna sebep olmuştur. Yüksek vergiler, büyük baş hayvan yetiştirmenin yasaklanması patates dışında bir şey yetiştirmeyi imkânsız hale getirdi. 1650’lerde İngilizler Ceza Yasası’nı yürürlüğe koydular. Buna göre Katoliklik (ulusal İrlanda dini) yasadışı ilan edildi ve yerli malı ihracatı yasaklandı, İrlanda’nın meşhur yün sanayisi kapandı ve binlerce insan işsizliğe ve patates tarlasına mahkûm oldu. Ardından gelen toprak reformu ile topraklar Protestanlara dağıtıldı. Edmund Burke (İrlandalı ekonomist) bu yasaları şöyle değerlendirir: “İnsanın sapık dehasının yarattığı, bir halkı ezmek, yoksullaştırmak ve aşağılamak üzere geliştirilmiş bir makine.” 1845 patates mantarının yarattığı kıtlık ilk değildi. Yaklaşık 100 yıl önce 1727 yılı da kıtlığa sahne oldu. Yulaf hasadından yeterli ürün alamayan İrlandalılar büyük açlıkla baş başa kaldılar ve dilenciler ordusu diye anılan bir yoksul topluluklar oluştu. İngiliz siyasetçi Jonathan Swift’in bu yoksul orduyu ortadan kaldıracak kan donduran bir öneri sundu: “Londra’da oturan çok bilgili Amerikalı bir ahbabımdan, sağlıklı, iyi beslenmiş küçük bir çocuğun lezzetli, besleyici ve sağlıklı bir yemek olduğunu öğrendim; ister hafif ateşte kaynatılsın, ister ızgara yapılsın, ister fırına verilsin ya da haşlansın, eminim yahni ya da tas kebabı olarak da iyi gider. Bir çocuk, dostlar için verilen bir şölende kişi başı iki tabak doldurur; misafir yokken ön ya da arka çeyreği yeterlidir. Mükellef sofralara layık bu yiyecek, toprak sahipleri için çok uygun olacaktır.” 1740 yılında don nedeniyle hasat yine kötü olunca büyük kıtlığın bir örneği daha yaşandı. Açlıkla birlikte hastalıklar sebebiyle 300 bin İrlandalı öldü.

Kitaptaki bir diğer önemli konu sömürgecilik ve peşi sıra salgına neden olan çiçek hastalığıdır. Eski Dünya hastalığı olan çiçek, Yeni Dünya’nın keşfi ile Amerikalı yerlilerin bedenlerini keşfe çıktı ve onları yok etti. Bir Kiowa hikayesine de konu oldu çiçek. Yüzü korkutucu deliklerle dolu olan gri yabancı atı üstünde bir Kiowalı ile konuşur ve ona şöyle der: “Ben Çiçek’im. Ölüm getiririm. Çocuklar nefesimle, bahar karında solan bitkiler gibi solar. Yıkım getiririm. Bir kadın bir zamanlar ne kadar güzel olursa olsun, bana bir kez baktı mı, ölüm kadar çirkinleşir. Erkeklere ise yalnızca ölüm değil, çocuklarının ölümü ve kadınlarının yıkımını getiririm. En güçlü savaşçılar bile önümde eğilir. Bana bakan hiç kimse eskisi gibi olmaz.”

Çiçek hastalığının yaptığı kıyım dünya tarihinin en büyük nüfus felaketi olarak değerlendirilir. Aztekleri ve İnkaları ortadan kaldırdı, kalanlar ise savruldular ve ölenlerin yerini doldurması için milyonlarca siyah köle Yeni Dünya topraklarına getirildi. Avrupa’da çocuk ölümlerinin neredeyse üçte birinden sorumluydu çiçek, beş yetişkinden dördü yaşamını yitirdi. Avrupalı bir şair çiçeği “öyle iğrenç bir hastalık ki ahirette, ruh gövdeye dönmeyi istemeyecektir” diyerek tarif ediyordu. Amerikan yerlileri hastalıksız yaşıyordu, hiçbir zaman hayvanları ehlileştirmediler, ortalıkta sürekli bir mikrop tehdidi olmadığı için Yeni Dünya halklarının bağışıklık sistemleri tecrübesizdi ve bu da çiçek hastalığı için yayılacak sınırsız bir alan anlamına geliyordu. İlk salgın Eski Dünya’nın göçmenleri tarafından çiçek hastalığının Yeni Dünya’ya getirilmesi ile Haiti ve Dominik’te başladı. Arawak halkı tamamen yok oldu. Arawak dilinde sert anlamına gelen Haiti kelimesi bize miras kaldı. İspanyol sömürgeci Cortez Azteklerle savaşırken büyük kayıplar verdi ancak çiçek imdadına yetişti ve yorgun Aztek ordularını perişan etti. Kendilerinin Tanrı tarafından saygın bir konumda olduklarını düşünen Hristiyanlar bunun Tanrı lütfu olduğunu dahi düşündüler. Savaşın ardından kaybeden Azteklerin hüzünlü şarkıları kaldı: “Yerlere serildik, perişan olduk. Bir zamanlar güzellik ve cesaretin dolaştığı Meksika ve Talateloco’da üzüntüden, eziyetten başka bir şey kalmadı. Kullarından bıktın mı? Kullarına kızgın mısın? Söyle ey bize hayat veren.”

Tarihin kötü bir tekrarı mıdır bilinmez ama hastalıklar karşısında çaresiz kalan halklar akıl dışı yöntemlere başvurmakta çok tutarlıdırlar. Assiniboineler, çiçek hastalığını yalnızca kendilerinden korkanları gören ve hasta eden bir yaratık olarak düşündüler. Tedavi yöntemleri ise çiçek hastalarının kullandığı battaniyeye sarılmak ve onlarla aynı kaptan yemek yemekti. Üzücü ancak bu yöntem Assiniboinelerin neredeyse tamamen yok olmasına sebep oldu. 1490 yılında Amerikan yerlileri dünya nüfusunun %20’sini oluştururken, çiçek hastalığı ve işgallerle bu oran %3’ten daha az hale geldi. Kolomb öncesi nüfusu 25 milyon olan Meksika’dan geriye köle haline getirilmiş, yoksul 2 milyon insan kaldı.

Frengi, insanlığın bir dönem cinsel ilişkiler tarihinin trafik polisi olmuştur. Nikiforuk da kitabında elbette bundan bahsetmezse eksik kalırdı. Fransız düşünür Voltaire ona “insanlığın ortak düşmanı” der ve Kandid adlı eserinde sıkça bahseder. Frengi ve çiçek için “iki kız kardeş” diye bahseder Voltaire; dünyayı birlikte yönetmeye karar vermiş iki kardeş. Çiçek nasıl Eski Dünya’nın Yeni Dünya’ya hediyesi ise, Yeni Dünya da hediyeyi karşılıksız bırakmamak istemiş olacak ki Eski Dünya’ya Frengi’yi armağan etmiştir. Nikiforuk’un ifadesi ile “yatak düşkünü aristokratların, yalnız askerlerin ve gayretli hayat kadınlarının yardımıyla, Avrupalıların yatak odalarına prezervatifi, takma saçı, antibiyotiği ve büyük bir korkuyu soktu.” Frengi ilk olarak Kolomb ve şehvet düşkünü denizcileri aracılığı ile Haiti’den Avrupa’ya yayıldı. İlk büyük salgın 1493’te Barcelona’da meydana geldi. Salgın hastalıklar koruyucu önlemlerin alınmasına ve halk sağlığı politikalarının küçük adımlarının atılmasına vesile olacak gelişmelere gebe oldu tarih boyunca.  Diaz de Isla 20 binden fazla frengiliyi ve Kolomb’un denizcilerini tedavi etti. Isla yaptığı gözlemlerde Amiral’in denizcilerinin enfeksiyonlu kıyafetlerini yıkadığı bir halk çeşmesinden salgının yayıldığını tespit etti. Isla üç maddelik ironik reçete verdi: “Cinsel ilişkiden uzak durun, temizliğinize dikkat edin ve iyi beslenin.” Frengi’yi Avrupa’ya yayan ana olay ise Fransız Kralı VIII.Charles’ın İsviçre, Almanya, Rusya ve Fransa’dan topladığı ordusuyla Napoli’ye saldırması oldu. Charles savaşı bırakarak frengili ordusunu hastalığı tüm Avrupa’ya yayması için terhis etti. Frengi milliyetçilik dalgasını da kışkırttı. İtalyanlar “Fransız hastalığı” derken İtalyanlar “Napoliten hastalığı” adını verdi. Ruslar Polonyalıları, Araplar Yahudileri suçladı.

Frengi bir hastalık olarak adından söz ettirse de ortaya çıkış döneminde uygulanan tedavi yöntemleri de bir o kadar konuşulmuştur. Bu tedavilerde başat rol cıvaya aittir. Cıva havan içerisinde domuz yağı, sirke, sülfür gibi maddeler ile karıştırılıp merhem haline getirilir ve frengi yaralarına sürülür, hasta sıkıca havlu, battaniye ile sarılır ve sıcak oda, küvet ya da fırına sokulur. Dönemin kabul gören tıbbi görüşüne göre “şeytani salgılar” vücuttan sadece terleme yolu ile atılabilirdi. Hastaların çoğu bu sıvıyı atamadan kalp yetmezliği, su kaybı ya da cıva zehirlenmesinden öldü. Günümüzde popüler olmasa da adı herkes tarafından bilinen peruk kavramı bu döneme denk gelir. Yüksek cıva etkisiyle saçını, bıyığını, kaşlarını kaybeden hastalar için peruklar yapıldı. 1570 yılında Fransa’da ortaya çıkan peruk 1600’lü yıllarda oldukça popüler hale geldi. Frengi nedeniyle oluşan “ayıplarını” örtmelerini sağlayan peruk, aristokrasi tarafından sevildi.

Toplumsal değişim dendiğinde ilk akla gelen büyük ihtimalle Rönesans ve Reform kelimeleridir. Asık suratlı, katı kurallarıyla toplumu boğan kilisenin otoritesini derinden sarsan Veba Salgını, Rönesans sürecini başlattığı gayrı resmi olarak kabul edilir. Çağın yöneticilerinin hastalık karşısında çaresizliği ve kilisenin öteki dünyada bulunacak huzura dair öğretileri toplumu eskisi kadar etkilememeye başladı. Salgın Avrupa’yı öyle bir vurdu ki şiddeti birkaç nükleer savaşla eş değerdi.

14. yüzyıl ortalarında başlayan salgın 2-20 yıl aralıklarla yükselip alçalarak 1720 yılındaki Marsilya salgınına kadar devam etti. Salgının bu denli hızlı ve etkili olmasının nedeni Avrupa nüfusunun katlanarak artması ve kontrolsüz bir biçimde ormanların yok edilmesi, tarım niyetiyle toprakların zarar görmesiydi. İlk kez Moğol topraklarında ortaya çıkan Yersinia Pestis bakterisi tarla farelerini hasta ediyordu. 1330 yılında değişen iklim koşullarıyla beraber bakterileri, hayvanları Moğol yerleşim yerlerine gitmeye zorladı. Yersinia taşıyan pireler Moğol ipeği ve baharatlarıyla Asya ve Avrupa’ya ulaştı. Tarih vebalı ölü askerlerin mancınıkla düşmana atılmasına şahit oldu. Kırım’da Cenevizliler ile Tatarların savaşında, Tatarlar çekilirken vebadan ölen askerlerini mancınıkla Cenevizlilerin üstüne atıyordu.

Veba salgını Avrupa’da anti-semitist eğilimin güçlendiği yıllar oldu, hastalığa duyulan öfke Yahudilere yöneltildi. Katolik kiliseler %20 oranında faizden kâr elde ediyorlardı ancak Yahudi tefecilere yönelen bu öfkeye ses çıkarmıyorlardı. 1351’de Avrupa büyük ölçüde Yahudilerden temizlendi, Yahudiler Polonya ve Rusya’ya yerleştiler.

Salgının Avrupa’ya toplum tarihi açısından bir büyük etkisi de köylü isyanlarıdır. Azalan nüfus ile birlikte işgücü kaybı yaşayan toprak sahipleri karşısında köylüler, feodal beyler ile iş ilişkilerini yeniden düzenlemek istediler. Yaşanan isyanların temeli salgın öncesi yaşamları değiştirme mücadelesiydi. Thomas Münzer bu isyanlarda ikonikleşen biriydi.

Sınıflar arasındaki eşitsizlik her dönem olduğu gibi veba günlerinde de devam etti. Zenginler salgından korunmanın en iyi yolunun salgının şiddetli yaşandığı şehir merkezlerinden uzak kır evlerinde geçirmek olduğunu düşündüler, villalar satın aldılar. Trajik bir örnek olarak şunu belirtmek konuyu aydınlatmak açısından çok önemli: Zenginler evlerinin oturulabilir olduğuna inanmak için, evlere yerleşmeden önce yoksul halk içinden kimseleri bu eve yerleştirip, ölüp ölmediklerine baktıktan sonra tekrar evlerine yerleşiyorlardı.

Salgın yıllarında halk sağlığı kavramının da temelleri atıldı. Kurulan veba evleri, uygulanan karantina, ayrıntılı tutulan ölü kayıtları bunun göstergesiydi. Tabi modern anlamda bir halk sağlığından söz edemeyiz. Salgın dönemi sağlık otoritelerinin yetkileri; ticareti yasaklama, ev ilaçlama, özel mülk yakma hatta iş birliği yapmayana işkence yapma gibi şeylerdi. Her şey sınıfsaldır gerçeği salgın yıllarında kendini gösteriyordu. Penceresiz, damlarında saman olan evler sıçanlar için nimetti ve bu gelecek dönem mimarisini de etkiledi. 1665 Büyük Londra yangını vebanın burada son görüldüğü tarih. Binlerce ahşap evin yandığı bu yangında veba da buraları terk etti.

Kitap bunların yanında AIDS, Tüberküloz gibi hastalıkları da inceliyor. Biz toplumsal değişime öncü olanları incelemeyi kitabı karıştırmaya teşvik edeceğini düşündüğümüzden yazımıza aldık. Başlarda söylediğimiz gibi sınıflar arası ilişkiler toplumda birçok şeyi belirliyor, bu çok çarpıcı bir gerçek. Virüs, parazit veya bir bakteri, evet, bir canlı bedenini burjuva veya işçi diyerek seçmiyor ancak insanı etkilerken kişinin çalıştığı iş koşulları, yediği besin, işten döndüğünde yatağına uzandığı ev ortamı insanı hastalığın pençesinde kıvranarak can verme ya da hastalıktan kurtulmayı net bir biçimde belirliyor. Kitap bu hastalıkları anlattığımız yöntemle inceliyor. Toplumcu sağlık, toplumcu yaşam hedefi tarihten alacağımız örneklerle zenginleşecektir şüphesiz. Mahşerin Dördüncü Atlısı da bize ilham verecek kaynaklar arasında yerini almıştır.

 

 


*Bütün alıntılar yazıya konu edilen kitaptandır.

Nikiforuk, A: Mahşerin Dördüncü Atlısı: Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi. İstanbul: İletişim Yayınları, 2020.

ŞUNLAR DA HOŞUNUZA GİDEBİLİR